17 Ocak 2014 Cuma

20:22 - No comments

Yirmi İki

Bayan Clare, 82 yaşındaydı. Küçük bir banliyöde dünyaya gelmişti. Babası çalıştığı fabrikada meydana gelen bir patlamada yaşamını yitirmişti. Annesi ile yaşamaya devam ederken bir yandan da evin giderlerinin ve borçların onu nasıl sıkıştırdığına tanık oluyordu. Çalışmak zorundaydı. Annesi okuluna devam etmesi gerektiğinde ısrarcı olunca, ondan gizli çalışmaya başladı. Ufak bir restoranda bulaşık yıkıyordu. Aldığı haftalık da cep harçlığına yetiyordu. Ancak annesinin her akşam ondan gizli döktüğü gözyaşları ve içine düştükleri ekonomik sorunlar, okulu bırakma düşüncesini aklından geçiriyordu hep. O da gizliden gizliye çalışıyordu ama borçları kapatmaya yetmiyordu. Son günlerde annesinin yüzünü bembeyaz, bitkin ve yorgun görüyordu. Sorduğunda ise geçiştirilen sözcüklerle karşılaşıyordu. Durumun ciddiyeti üç ay sonra kendini gösterecekti. Annesinin bağışıklık sistemi tamamıyla çökmüştü ve bir gün o da Bayan Clare’i terk etti. Belki de hayatındaki en büyük yıkımlardan biriydi bu. 23 yaşına geldiğinde okulu bırakmış, bir giyim mağazasında tezgâhtar olarak çalışmaya başlamıştı. Annesini de kaybettikten sonra yaşadığı evden ayrılmış, sattığı eşyalar borçları ucu ucuna kapatmıştı. Aldığı aylık, kaldığı küçük otel odasının parasını ödemeye yetiyordu. Kendisine de karnını doyurmaya yetecek kadar kalıyordu. Dört yıl çalıştığı iş yerinde çok güzel arkadaşlıklar kurmuştu. Bunlar, ileride de onun hayatına eşlik edecek; Bayan Moure, Bayan Linslay ve Bayan Nale’di. Üçünün de çok farklı hayatları vardı. Yaşadıkları zorluklar ve çelişkiler de çeşitliydi elbette ama Bayan Clare onların tebessümlerinde ve sohbetlerinde buluyordu kendini. 32 yaşına geldiğinde Bayan Clare, bu hoş sohbet ve yardımsever üç arkadaşıyla birlikte kendini mutlu kıldığı bir dünya kurmuştu. Bu arada bir şirketin yönetimine girmiş, çalışma performansıyla yerini perçinlemişti. Aynı yıl onun hayat arkadaşı olacak olan Edward ile tanıştı. Belki şans belki de Tanrının bir hediyesi olarak gördüğü Edward, hayatındaki tüm yıkıntıları temizleyen kişi olmuştu. Düğünlerine Bayan Moure, Bayan Linslay ve Bayan Nale özenle hazırlanmışlardı. Bayan Clare, adeta bir prensese benzemişti. Çok mutlu süren evlilikleri, oğulları Brian’ın gelmesiyle daha da perçinlendi. Edward gümrükteki mesaisinden arda kalan zamanının tümünü ailesine harcıyor ve onları mutlu etmek için uğraşıyordu. Brian’ın okula başladığı ilk yıllarda Bayan Clare ve kocası Edward onunla gurur duymak için bahane arıyorlardı neredeyse. Brian’ın tüm okul etkinliklerine iştirak ediyorlar ve onu hiç yalnız bırakmıyorlardı. Üniversiteye girdiğinde de hep yanında oldular. Ancak Brian’ın onların yanında kalamayacağını çok acı şekilde öğrendiler. Brian, üniversiteden dönerken kamyonun altında kalmıştı. Bu acı ikisini de yerle bir etti. Edward, çektiği acıya dayanamayarak yaşamına son verdi. Bayan Clare’in hayata dair tüm inancını kaybetmesinin miladı bu yaşadıkları olmuştu. Oğlunu kaybettiğinde oğlu yirmi iki yaşındaydı. Yaşayabilme ihtimalini düşündü. Sonra kocasının intiharını… Yıllar sonra belki de hayatındaki tek sığınak olan üç arkadaşıyla bir araya geldiğinde, aklına bir sahile vuran dalgalar gibi bu anılar çarpıyordu. Tombala oynuyorlardı ve Bayan Clare, arkadaşlarının tebessümlerinde kendini bulmaya çalışıyordu. Yine oğlunun gözleri düştü aklına. Bayan Linslay çektiği numarayı okudu. “Yirmi iki!”

8 Aralık 2013 Pazar

03:19 - No comments

Bayat

Mahallenin yokuşundan inerken, bir polis otosu fark etti köşedeki fırının önünde. Fırının camı kırıktı. Kazım usta "iki tane ekmek çalmış" dedi memura. Telsiz seslerinin arasından devam etti yoluna. Hava, karın eşiğinde olduğundan, pençeleri delinmiş kunduralar ve dededen yadigar palto zorluyordu biraz. Virane, yıkık dökümhanenin yanından geçerken, adaletten bahsedenlere derinden sövdü. Soğuk sadece ellerini ve yüzünü hissizleştirmişti. Kalbi sıcaktı oysaki. Rukiye hanımın evinin üzerinden gördüğü kara bulutlar muhite doğru yavaştan ilerliyordu. Temizliği ile uğraştığı kahveden 3 gün önce atılmıştı. Sebep; polislerin Remzi dayıyı sıkıştırması..."Herif haklı" derdi hep içinden. "Dükkan neticede". Rüzgar şiddetlendi. İnceden çarpmaya başlamıştı yüzüne karla karışık gerçekler. Yolcu almak için durağa yanaşan otobüsün egzozuna dayadı hissizleşmiş, pancar moru ellerini. Bir nebze sıcaklıktı işte. Son yolcu bindikten sonra şoförün gazıyla artan sıcaklığı iyi değerlendirmek için bir iki koştu otobüsün ardından sonra bıraktı. Rüzgar almayan bir kuytu buldu. Kaldırımın kenarından gelen bir sarman, kuyruğu kaldırıp seğirtti yanına. Kucağına tırmandı sırtını okşarken. "Biliyorsun ısınacağın yeri şerefsiz" dedi. Güldü sonra. Kafasını dayadı eşiğe. Daldı derinden. Hep destursuz rüyalara gark olurdu. Ama bu kez sıcaktı rüyası. Çıtır çıtır yanan bir sobanın üzerinde yanan kestaneleri gördü. Elleri yanarak ayıkladı birkaçını. Soba üzerinde kızarmış ekmeğe tereyağını sürerken camlar patladı, irkilerek uyandı sonra. Hava kararmış, kedi gitmişti. Donmanın eşiğinde olduğunu fark etti. Doğruldu yavaştan. Rüyasındaki sobayı düşünürken, lodoslu bir günde zehirlenerek yitirdiği ailesini geçirdi aklından. Gözlerindeki yaş rüzgar soğuğundandı muhtemelen. Terk edilmiş ahşap evin yoluna girerken iki tinerci çıktı karşısına. Görmezden gelmek istedi ama onlar görmek istediler onu. Soğuktan hareket edemiyordu doğru dürüst. Bir iki acı hissetti karın boşluğunda, sonra ince bir sıcaklık. Ertesi gün cesedini bulduklarında, paltosunun sağ cebinde bir iki taş parçası, sol cebinde de bayatlamış bir iki lokma ekmek buldular.

2 Aralık 2013 Pazartesi

00:50 - No comments

Gazı bitti oğlum!

Üzerindeki desenlere güveniyordu. Bu güveni de boşuna çıkmadı. Sahiplendi birisi. Ara sıra sigarasını yakar sonra sıcak cebine geri dönerdi. Yine bir gün dışarı çıkarıldı. Yine bir sigara yaktı ama bu kez masanın üzerine konuldu. Kimi zaman ellerde döndürülürken kimi zaman sigara paketinin üzerine bırakılıyordu. Sohbet ve kahkahalar çoğalmıştı. Masadan kalkıldı ancak onu almadılar. Bir süre sonra gelen garson fark etti onu. "Çakmak güzelmiş." Yeni konak, pek ilginç bir tip değildi. Doğru dürüst sigara bile içmiyordu. Ancak cepten her çıktığında bir bayanın sigarasını yakıyordu. Bir ara "ateş versene" diye bir ses duydu. Başka birinin eline geçtiği an, öncekini mekandaki müşterilerden biri çağırdı. "Bakar mısınız!". Yeni sahibinin evi rutubetliydi. Mutfakta ocak yaktı birkaç kez, birkaç kez de normalden kalın bir sigara. Diğer sigaralardan farklıydı. Sabah erken vakitlerde yine ateşlenmek üzere çıkarıldı. Ancak cebe konulacağı yerde dışarı düştü. Çok fazla ayağa ve kimi zaman da ince bir tekmeye mazhar oldu. Uzun bir süre sürüklendi oradan oraya. Hava kararınca, sakalları yoğun ve uzun, üstü kalın ama pejmürde yaşlı bir tip aldı yerden. Salladı önce yaktı bir kere, sonra bir varilin içine girdi. İlk kez bu kadar büyük bir ateş yakmıştı. Sahibine benzer tipler bu ateş etrafında ısındılar. Gitgide hafiflediğini hissediyordu. Gün ışımıştı. Bir kaldırımda buldu kendini. Sabah güneşini hissetti ve sonra kendi ateşini düşündü. 4 adet lise öğrencisi ara sokağa girdi. Kravatları gevşek, gömlekleri dışarıda tiplerdi. ".mına koyum elli sefer dedik kibrit alalım diye hiç mi bozuk yok?" İçlerinden birisi fark etti kaldırımda duranı. "Dur dur çakmak var şurada." Sigarasını yaktı liselinin ama bir daha yanmadı. Başta sigarasını yakan sertçe fırlattı asfalta. "Patlamadı .mına koyayım be" Beriki;"Niye attın lan?","E gazı bitti oğlum"

21 Kasım 2013 Perşembe

01:03 - No comments

Sonbahar

Babam çok konuşmazdı. Ama ben anlardım çoğu zaman gözlerindeki hüznü. Çocukluğumdan beri bir abide gibi karşımda duran o devin varlığı dahi, adı dahi güven verdi her zaman. Nedeni, sonbahar oldu mu "Kış kapıda. Allah dışarıda olanlara yardım etsin" sözüydü. Çocuk aklımla dışarıda kimler kalıyor diye düşünürdüm. Kovalı sobanın külünü temizlemek anneme düşerdi her zaman. Ama yakmak babamın işiydi. Yaktığı zaman oda ısınırdı birden. Konuşmazdı... Ama ısıtırdı işte. Dışarıda kalanlara bakmak için burnumu cama dayar, nefesimin buğusu ile bulanık bakardım sokağa. Sokak bulanıktı o çağlarda, şimdi karanlık. Babam, annemle konuşurken "Allah büyük çıkarırız bir şekilde" derdi hep. Ayın sonunda ince bir tebessüm sonra yine hüzün kaplardı yüzünü. Yine bir sonbahar günü "Kış kapıda. Allah dışarıda olanlara yardım etsin" dedi. "Baba! Dışarıdakiler kim?" diye sordum. "Evi olmayanlar oğlum" dedi. "Evi olmayan olur mu baba?" dedim. "Olur ya" dedi. "Olmaz mı hiç" Bizim de evimiz bir gözdü. Ama vardı. Yani içinde ısıtan bir insan vardı. Annemin dizlerine yattığımda, çoğu zaman babamın bize bakarak dalıp gittiğini görürdüm. Ne düşündüğünü merak etmiştim hep. Sonradan anlıyor insan sıkışmışlığı ve çaresizliği. Hep çalıştı babam ama çok konuşmadı. Çok çalıştı ama konuşmadı. Belki de dermanı yoktu konuşmak için. Konuştuğu ender anlarda da söylediği söz, mühür gibi işlerdi benliğime. "Sen sen ol kırılma oğlum. Bükül, eğil ama kırılma emi!" Düşen yaprakları takip ederdim sonbaharda. Ahenkle düşüşlerini izlerdim. Huşu içerisinde inerlerdi dallarından. Babam... Kimi zaman... Bakardı... Öylece... Sözlere dökmezdi hissettiklerini dökemezdi. Çünkü kaldıramazdı dili hayattaki duruşunu. O da sessizliği seçti. Yani bana öyle geldi. Küçükken, "Ne olacaksın büyünce?" sorusuna bir cevap bulamazdım. Ta ki sonbaharda kucağıma düşen kuru bir yaprakla, babamın ölüm haberi aynı ana denk gelene kadar. Ağaç olmak istedim...Rüzgara, fırtınaya inat, tüm dallarımdaki yapraklara tutunmak istedim. Hareketsiz, mağrur ama kuşlarla hasbihal ederken, kimsenin bakmadığı yerden gökyüzüne bakmak istedim.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

21:49 - No comments

Soğuk

İçtiğim sigara ağzımda iğrenç bir tat bıraktı. Sessizdi ev.. Oldukça sessizdi. Yalnız olmak bir seçim zannediyorum. Sadece insanların kendi bataklıklarından uzak durma çabası. Korkaklık? Bilmem belki... Yani kimine göre öyledir herhalde. Aslında farklı sandığınız suretlerin arka planındaki muhteviyatın aynı olduğunu görmek yalnızlığa sürüklüyor galiba. Yargılamıyorum kimseyi elbette kendi düşünce ve istekleri doğrultusunda hareket ediyorlar. İş yerinde arkamdan kuyu kazan çalışma arkadaşlarım da, kovulduğumda beni terk eden o... Neyse. Bu gece neden olduğunu bilmediğim bir sakinlik çökmüştü üzerime. Sinir nöbetleri, arka arkaya içilen sigaralar, alkollü saatler. Hiçbiri yoktu. Bilinçsizce dışarı çıkmam da bunun nedeniydi sanırım. Bir iki kere otomobil kornalarıyla irkildim. Arkadan sövenler de cabası. Bir köprünün üzerine geldiğimi fark ettiğimde ışıklandırmalarının güzelliği dikkatimi çekti. Suya çarptığımda ilk o ışıklandırmaları hatırladım. Belki de hayatımdaki tek aydınlık şey onlardı. Su soğuktu. Demek dışarıdan bedenim böyle gözüküyor. Enteresan. Polis ışıkları. Biri ihbar etmiş, geliyorlar. Kendine son bir kez dışarıdan bakmak ilginç bir deneyim. Sanırım gitme vakti...

7 Ağustos 2013 Çarşamba

19:27 - No comments

Kapı Kolu

Bu evde uzun süredir bulunuyorum. Kimi zaman neşeli ve mutlu dakikalara, kimi zaman öfkeli kapı çarpmalara, kimi zaman derin sessizliklere tanık oldum. Ancak son günlerde genel bir mutsuzluk hakim evin geneline. Anne ile Baba arasında bir gerginlik var. Sürekli paradan bahsediyorlar. Yetmediğinden şikayetçiler. Çocuklardan büyük olan yeni elbise talebinde bulunduğunda sert bir biçimde geri çevriliyor. Küçük olan ise harçlıkların azlığından şikayetçi. Eskiden daha çok gülümserlerdi. Neden bilmiyorum şimdi ağızlarını bıçak açmıyor. İnsanlar arasında sürekli birbirine alıp verdikleri bir kağıt yahut küçük demir plakaların, bu insanların gülümsemelerine engel olması ilginç. Ben de aynı demirden yapıldım. Ancak kimi zaman tartışmalardan kaçmak için kapı açtım. Kimi zaman sabah "Günaydın" sesini eve yayabilmek için. Elleri dolu olduğunda dirseğiyle dahi kolumu ittirdiler. Ama hep kapı açtım onlara. Peki bu aralarında alıp verdikleri ve "para" dedikleri, neden mutsuz ediyordu ki onları? Çocukların okula gidip eğitim görememesinin benimle aynı maddeden yapılmış bir eşya ile ne alakası var? Veya neden bir mutsuzluk peyda olduğunda "para yüzünden" diyor hep insanlar? Beni de aynı şekilde almışlardı yani para vererek. Benden daha çok hizmet ediyor demek ki diye düşünüyorum hep. Gülen insanlar görmek hoşuma gidiyordu doğrusu. Aile içerisinde çok şeye şahit oldum ama gördüğüm tek payda sevgiydi. Ancak artık onu da göremiyorum. Neyse, ben onlara kapı açmaya devam edeceğim. İster bir kavuşma, ister bir kaçış olsun, onların duygularına şahit olmak beni mutlu eden tek şey. Abla telefonla konuşarak geliyor, yüzünde ince bir tebessüm var. Yanakları da kızarmış. Anlarız nedenini şimdi...

3 Ağustos 2013 Cumartesi

22:21 - No comments

Gecenin Silüeti

Aydınlatması yetersiz bir sokakta yalnız başına yürürken, ayaz kesmiş hava giysilerinin içine iyiden iyiye işlemişti. Tırnaklarının arasına giren motor yağından çok, yevmiyesini evin giderlerine nasıl denkleştireceğinin derdindeydi. Korkardı yalnızlıktan geceleri belli etmese de. Usta çok üstüne gelmişti bugün yetişmeyen işlerden dolayı. Elinden geleni yapıyordu işte. Tek sığınağı olan, bodrum kat, gelip geçenin ayak manzarasına sahip bir odalık evine mümkün olduğunca çabuk ulaşmaya çalışıyordu. Sokak çok ıssızdı. Bir köpek, alelacele sağdaki sokağa girdi. Havada dağılan nefesinin buharı gittikçe sıklaşıyordu. Karanlığın arasından belli belirsiz bir silüet gördü. Onunla aynı hizadaydı. Giderek yaklaşırken kalp atışının sesinden hiçbir şeye odaklanamaz oldu. Silüet yaklaştıkça gerginliği de artıyordu. Ne olacağını bilmiyordu. Silüet yaklaştıkça aynı boyda olduklarını fark etti ama yüzü hala gözükmüyordu. Kulaklarında sadece uğultu duymaya başladı. Karşı karşıya geldiklerinde "Abi! Ateşin var mı be!" diye bir ses duydu kulaklarında. Duraksadı bir an. Sonra cebinden çıkardığı çakmağı ateşledi. Karanlıkta ona doğru gelen, yakasını kulaklarına kadar kaldırmış, kırçıllı kirli sakallı bir müdavimdi. "Eyvallah!" deyip ayrıldı. Elinde çakmak biraz durdu. Sonra bacaklarında ince bir çözülme hissetti. Havaya dağılan nefesinin buharı çekti dikkatini. Baktı arkasına. Küçük bir tebessüm attı karanlığa doğru. Aldığı nefese ve alın terine yaslayarak sırtını, gözden kayboldu yalnız sokaklarda.